43.İstanbul Film Festivali 17-28 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirildi. Festivalde izlediğim ve dikkat çekmek istediğim filmlere dair yorumlarımı paylaşacağım ama öncesinde daha genel birkaç izlenimlenimimi aktarmak istiyorum. Festival öncesi filmleri inceleyip yönetmen, ülke sineması, film özetleri ve fragmanlardan yola çıkarak 20-25 kadar film tespit etmiş oldum. Film listemdeki filmlerin tamamını izleyemesem de festivalde öne çıkanların bir kısmını görmüş oldum. Kendi açımdan kararında bir festival süreci oldu diyebilirim.
Bu yılki festivalin en heyecan verici tarafı Wim Wenders’in festivalin misafiri olmasıydı. Onur ödülü takdim edilen Wenders’le çeşitli söyleşiler de gerçekleştirildi. Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde yapılan söyleşide festival seyircilerinden soru alınmaması ve moderatör tarafından Wenders’e yöneltilen soruların fazla tali konularda olması, ‘varoluşçu’ bir yönetmenden alınabilecek daha esaslı cümleleri engellemiş oldu. Festivalde film gösterimleri sonrasında film ekibi ile yapılan söyleşilerde de benzer bir durum söz konusuydu. Ekibe yöneltilen sorular, film sanatının anlam ve anlatım özelliklerinden habersiz daha magazinsel konuların konuşulmasına yol açtı çoğunlukla. Festival seyircisinin ana akım sinema seyircisine göre bilinç düzeyinin daha üstte olduğunu var sayarsak mevcut durumun sinema adına karamsar bir resim oluşturduğunu söyleyebiliriz. Film okuryazarlığı konusunda ve de seyircinin taşıması gereken özgüvene dair hayli mesafe kat edilmesi gerekli.
EN SEVDİĞİM PASTAM
Festivalde izlediğim en iyi uluslararası film, İran yapımı En Sevdiğim Pastam filmiydi. Senaryonun hiç boşluk içermeyen yapısı, karakterler tasarımı, oyunculuk ve sinematografi bütünüyle çok iyi bir film En Sevdiğim Pastam. Filmin İran sınırları içerisinde çekilmiş, hem içeriği hem de sisteme getirdiği eleştiri açısından en cesur filmlerden biri olduğunu da öğrenmiş oldum. Bu sertliğine rağmen politik bağlam asla hikâyenin önüne geçmiyor. Bunu sağlayan politik detayların karakter yapısı içerisine çok iyi sindirilmiş olması. Filmde öne çıkan temalar; yalnızlık, aşk ve ölüm…
EMBRİYO, LARVA, KELEBEK
Yunan Tuhaf Dalgasının bildik gerçeklik biçimini kullanan bir yapım Embriyo, Larva, Kelebek. Tuhaf Dalga filmlerinin her seferinde aynı tuhaflık içerisinde bambaşka bir konuyu ele alıp seyirciyi inandırmasını, bu film de çok iyi başarıyor. İnsanlar, doğrusal zamanın dışında zaman deneyimleri yaşayabilmektedir. Örneğin bir insanın yaşayan eşinin cenaze törenine katılması mümkündür. Sevmek, ayrılık, boşanma ve ölüm gibi durumlar doğrusallığı bozulmuş bir zamanda kronojik açısı bozulmuş biçimde yaşanabilmektedir. Filmin en ilginç tarafı ise bu fütüristik durumun -özellikle günün sosyal medya araçlarının oluşturduğu algı biçimi üzerinden- zaten yaşanıyor oluşunu duyumsatması.
BİR GEZGİNİN İHTİYAÇLARI
Minimalist sinemanın ustası Hong Sang Soo’nun basitliği ile ustalığını ortaya koyduğu bir yapım. Netliği kaçmış görüntüler, dengesiz kadrajlar, ansızın yapılan zoomlar; bir yönetmenin yapmaması gereken her şeyi yapıp geçerli bir film dili tasarlamak… Filmin temasının yaşama karşı samimi olma fikrine yaslandığını düşününce yönetmenin tercih ettiği bu biçimin de benzer bir bakıştan neşet ettiği söylenebilir. Estetize ve manipüle etmeden olduğu gibi yaşamak ya da film çekmek…
ÖLÜ SEZON
İnsanın hayattaki seçimlerinin yüküyle yaşamak zorunda olmasının trajedisi, filmin konusu. Ve eski ayrılıklardan yeni kavuşmalar olup olamayacağı sorusu… Ve tabii bu temaların ölü sezon makro imgesi ile taşınması.
GROSSING
Konusunu ele alış biçimi, atmosferi itibariyle doksanlar Türkiye Sineması filmleri tadında bir yapım. İstanbul’un arka sokaklarında trans yeğenini arayan kadının kendi varlığını fark edip kendisini bulma yolculuğu.
ANSELM
Alman ressam heykeltraş Anselm Kiefer’in sanat yaşamını konu edinen belgesel, Wim Wenders’in aşkın kamerasının eseri olmasıyla belgesel formunu üst bir noktaya taşıyor. Daha önce fotoğraf sanatçısı Sebastiao Salgado’yu konu edinen Toprağın Tuzu belgeselinde yaptığına benzer şekilde büyük bir sanatçının sanatını kamerası ile taltif ediyor. Anselm’i Wensers’ten izlemek ve tanımak ne büyük bir şans.
FARUK
Aslı Özge’nin şu an 96 yaşında olan babasını konu ettiği hem içeriği hem de biçimi ile çokça yaşam ve sinema dedirten filmi. Biçimsel olarak kurmaca ile belgesel arasında gidip gelen ama kurmacada karar kılmış bir yapım. Tabii konunun otobiyografik olması ile bir de gerçek ekleniyor. Gerçek, belgesel ve kurmaca üçlüsünün iç içe geçtiği helezonik bir yapı. Yaşlılık, kentsel dönüşüm, toplum ve topluluk refleksleri gibi temaları içeren film, Aslı Özge tarafında ise film yapmanın zorluğu temasını taşıyor.
YURT
Ulusal yarışma kategorisinde yarışan ve en iyi görüntü yönetimi ile en iyi film yani Altın Lale ödüllerini alan yapım. Filmin yönetmeni Nehir Tuna’nın otobiyografisine dayanan film, babasıyla hesaplaşma ve belki de barışma hikayesi. Ve tabii devlet ve cemaat iktidarına reddiyesi.
Film, ergenliğe geçiş döneminde bir cemaat-Süleymancı- yurdunda kalan Ahmet’in devlet, cemaat arasında sıkışmışlığını konu ediniyor. 28 Şubat öncesi dönemdeki politik atmosferi arka planda tutan film, bu koşullar içinde sıkışıp kalan Ahmet’in kimlik arayışına ise anlatıda daha fazla yer veriyor. Maddi durumu iyi olmasına rağmen babasının zoru ile yurda gönderilen Ahmet’in yakın arkadaşı Hakan ile hayatı ve kimliğini keşfetme yolculuğuna dönüşen hikayesi…
Yurt ortamının klostrofobik yapısını siyah beyaz renklerle aktaran yönetmen, Ahmet’in sınırlardan kurtulmasını ise filmi renklendirerek karşılıyor. Bu tarz belirgin sinematografik değişimler yabancılaştırıcı etkiler doğursa da bu filmdeki geçişin hareketle bütünleşmiş biçimde yapılması o yabancılaştırıcı etkiyi bertaraf ediyor. Siyah beyazdan renge geçiş aynı zamanda karakter yolculuğun çok önemli bir anına denk getirildiği için çok başarılı bir geçiş sağlanıyor. Filmin renklenmesinden sonraki kısımlar ise hem senaryo açısından hem de biçimsel açıdan fazla. Ahmet’in ayakkabılarının çalınmasına dair bilgi dışındaki detaylar filmi gereksiz uzattığı gibi, filme yeni tematik yüklemeler yapıyor.
Film; tat olarak her ne kadar Truffaut’un 400 Darbe’sine yakın bulunsa da bana kalırsa hem tema hem de sinematografik yaklaşımı açısından Xavier Dolan filmlerinin tadında bir yapım…
TEREDDÜT ÇİZGİSİ
Tereddüt Çizgisi; Selman Nacar’ın ikinci uzun metraj filmi. Film 80. Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmıştı. Ardından da festivallerde yarıştı ve ödüller aldı. Filmin Türkiye prömiyeri İstanbul Film Festivali’nde yapıldı. Ve film, FIBRESCI, en iyi yönetmen ve en iyi kadın oyuncu -Tülin Özen- ödüllerini aldı. Filmin festivallerdeki bu başarısına rağmen hem teknik acıdan -görüntü ses problemleri- hem de anlatı ritmi açısından yönetmenin ilk filmi İki Şafak Arasında’dan daha zayıf bir yapı gösteriyor. Filmin bütünün kamusal alanda çekilmiş olması önemli bir deneme olsa da girişilen bu denemenin filmin ritmine ve içerik bağlamına zarar verdiği, bağlamın kurulmasını, dışa çıkmasını engellediği söylenebilir. Benzer bir durumu Erdem Tepegöz’ün Gölgeler İçinde filminde de hissetmiştik. Mekâna fazla bağlı kalınması hatta anlatının tamamen mekana yüklenmesinin bir anlatı zaafiyetine dönüşmesi durumu Teddüt Çizgisi için de geçerli.
BİLDİĞİN GİBİ DEĞİL
Bildiğin Gibi Değil; Vuslat Saraçoğlu’nun ikinci uzun metraj filmi. Film Türkiye prömiyerini yaptığı festivalde en iyi senaryo, en iyi kurgu, en iyi erkek oyuncu -Alican Yücesoy, Serdar Orçin- ve jüri özel ödüllerini aldı.
Vuslat Saraçoğlu’nun ikinci filmi ile birlikte sinemasında belirginleşen çok önemli iki özellik var. Bunlardan ilki son dönem Türkiye Sinemasına daha kötücül bir dil hakimken Vuslat Saraçoğlu’nun iyiliği geçerli kılan bir dilinin olması. Filmlerinde iç karartan pesimistleştiren bir etkinin yerine iç açıcı ve gülümseten detayların ve yaşam anlarının öne çıkması. İkinci özelliği ise konu ettiği meselelere daha samimi ve gerçekçi bir yerden yaklaşması. Taşra filmleri çekmesine rağmen merkezin bakışıyla taşrayı görüp göstermek yerine kendi gerçekliği ile taşraya bakabiliyor olması. Bu iki özellik Vuslat Saraçoğlu Sinemasını çok özel bir yere koyuyor.
Bildiğin Gibi Değil de bu özellikleri barındıran bir yapım olarak başlıyor. Hem iyimserliği, çok iyi yazılmış ve seyirciyi kahkahalarla güldürmeyi başaran diyaloglar ve oyuncu halleri ile… Ne var ki aynı film sona doğru aksını kaybediyor. Hem o tatlı anlatı dokusu hem de gerçekçi bakışını yitiriyor. Babanın ölümüne yol açan durum aile açısından ve de seyirci açısından şok edici bir etki uyandırsa da organik durmuyor. Eklektik bir çözüm olması, filmin finale kadar ki iyimser dokusunu yok ettiği gibi seyircinin filme kurduğu ilişkiyi de zedeliyor. Finaldeki bu tür bir çözümün filmin o ana kadarki akışında seyirciyi o ana hazırlaması gerekirdi. Oysa bu yönde hiçbir işaret yokken bir anda bu finalle karşılaştırmak duruma inanmak konusunda seyirciyi tereddütte bırakıyor.