Zeki Demirkubuz, 7 yıl aradan sonra yeni filmi Hayat’la sinemamıza hayatı getirdi. Bu kendisinin de tekrar hayata dönüşünün göstergesi. Yazının ana fikrini bu basitlik ve doğrudanlıkla ortaya koymam, filmini ele alacağım yönetmene öykünmekten, zira Demirkubuz Sineması’nda daha önce fark etmediğim bir özelliği Hayat filmi ile fark ettim ki bunun heyecanını yaşıyorum.
Türk Sineması ciddi bir kriz yaşıyor. Bu krizin birçok nedeni var. Pandemi süreci ve sonrasında sinema salonlarının ciddi anlamda seyirci kaybetmesi, ekonomik koşulların film yapım maliyetlerini çok fazla arttırması ve bağımsız film yapımının zorlaşması, dijital platformların sektöre giriş ve çıkışları ile sektör dinamikleriyle oynaması gibi pek çok neden sayılabilir. Fakat tüm bunların ötesinde bir sorun var ki o da samimiyet sorunu. Kendiliğinin ve kendini var eden coğrafya ve insanın gerçekliğine sağır bir yönetmenler kuşağının birbirine çok benzer filmler yapıyor oluşu.
Yeşilçam sonrası sinemamızdaki belirgin hareket doksanlarda filmler yapan yönetmenlerin oluşturduğu Yeni Türkiye Sineması dönemidir. Bu dönemin Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu, Yeşim Ustaoğlu, Derviş Zaim gibi isimleri hem ele aldıkları konular hem geliştirdikleri film dilleri ile sadece ulusal değil uluslararası düzeyde de ciddi görünürlük elde ettiler. Sonrasında gelen Emin Alper, Özcan Alper, Tolga Karaçelik, Mahmut Fazıl Coşkun ikinci kuşak yönetmenler de ilk filmlerinden itibaren ciddi bir başarı yakaladılar. Fakat geldiğimiz noktada kurucu birinci kuşak yönetmenlerin konu ve anlatı açısından tekrara düştüğünü, girdikleri dil arayışlarının yeni bir heyecan doğuracak düzeyde olmadığını görüyoruz. İkinci kuşak yönetmenlerin de belli bir gerçeklik düzleminin dışına çıkamadığını, reel politik durumun alegorik eleştirisinin ötesine uzanacak güçlü anlatılar oluşturamadıklarına tanıklık ediyoruz.
Bu karamsar manzara içerisinde Zeki Demirkubuz’un Hayat filmi, sinemamıza hayat verecek samimiyet taşıyor. Üstelik bu kendi sineması açısından da benzer bir etkiye sahip. Zeki Demirkubuz, ilk filmi C Blok’tan başlayarak benzer konular çerçevesinde filmlerini oluşturdu. Genel olarak üçüncü sayfa hikâyeleri denebilecek fakat bireysel anlamda insanın varoluşuna kapı aralayabilecek olayları, filmlerin merkezine yerleştirdi. Yaptığıyla insanın hele de toplumda görmezden gelinen, bir hikâyesi dahi olduğuna inanılmayacak karakterlerin basit fakat dikkat kesilince oldukça karmaşık olan yaşamlarına dikkatleri çekti. Bu basitlik içerisindeki karmaşayı, insanın müdahil olup olamayacağı noktasında çoğu defa dikkat çekici bir konu olan kaderi, suç olarak nitelenen davranışlara karşı insanın aldığı konumu tartışmaya çalıştı. İnsanın karanlıkta kalan kötücül taraflarına ışık tutması onun sinemasını ilgi çekici kıldı. İnsanın bakmaktan çoğu defa kaçındığı, Zahit Atam’ın ifadesi ile içimizdeki ötekine bakma cesareti gösterdiğinden olacak seyirci onun sinemasına yakınlık gösterdi. C Blok, Masumiyet, Üçüncü Sayfa, İtiraf, Yazgı, Bekleme Odası ve Kader filmleri onun bahsini ettiğimiz bu yapı çerçevesinde şekillenen filmleridir. Sonrasında çektiği filmlerde Demirkubuz, ilk filmlerindeki yaşayan hikayelerden uzaklaşıp düşünen bir yönetmenin hikayelerine odaklandı. Kıskanmak’la başlayan bu yeni dönem Demirkubuz Sineması’nın yeni bir evresiydi. Ve işin aslı bu dönem filmlerinde, ilk filmlerindeki samimiyet daha az hissediliyordu. Bulantı filminin ana karakteri Ahmet’in uğraşını ifade ederken kullandığı “Akıl fikir işleri” yapmak bizzat Zeki Demirkubuz’un da filmleriyle yaptıklarının özetiydi.
Demirkubuz’un son filmi Hayat ise, yönetmenin ilk dönem filmlerinin dokusunu taşıyan bir yapım. Bu açıdan yönetmenin eve dönüşünü müjdeliyor. Üstelik çok daha büyük bir anlatı ve yönetmenlik becerisiyle. Hayat, Zeki Demirkubuz filmografisindeki en güçlü filmlerden biri. Filmi güçlü yapan öncelikle samimiyeti. Ülke gerçekliklerine gerçekçi bir bakış getirmesi. Kovid dönemini, ekonomik krizi, gündüz kuşağı programları, 3.sayfa hikayeleri yani Türkiye gerçeklerini yorumsuz, olduğu gibi sunuyor olması. Bunu yaparken de sıradan insanların büyük trajedisine dikkati çekiyor oluşu. Zeki Demirkubuz Sineması’nın alameti farikalarından olan insanın hem iyi ve hem de demonik yanına odaklanan ilk dönem filmlerinde olduğu gibi. Gururu kırılan, arzularına saplanan, kendini arayan, başkaldıran, başkalaşan o sıradan karakterlerin dramı Hayat’taki de.
Demizkubuz Sineması’nda daha önce bu netlikte fark etmediğim bir yönünü de Hayat filmini izlerken fark etmiş oldum. Bu, aynı zamanda yönetmenin gerçeklik biçimi. Simgelerden, sembollerden, mitlerden arındırılmış arı bir gerçeklik Demirkubuz’unki. Ve hal böyle iken anlatıda derinleşmek ancak gerçeğin kendisine odaklanmakla ve o gerçeğin içinden kendi içimize bir yol aramakla ve yapmakla mümkün oluyor. Yorumlanacak bir gerçeklik değil bu. Hatta seyirlik bir gerçeklik de değil. Kadrajlar özensiz ve dengesiz, rastgele. O an orada olan neyse o kadar. Hayat gibi. Ama bunu yaparken dış bir müdahale de sezilmiyor. Yani dramatik yapıyı bozmak için yabancılaştırıcı bir tasarıma da gitmiyor yönetmen. Var olan neyse ve nasılsa o şekliyle kayda alıyor. Bize hayat bu ve bu kadar deyip geri çekiliyor.
Gerçekliği gerçeğin seviyesinden kuran Demirkubuz, epizodik bir yapıyla karakterlere odaklanıyor. Ana hikayenin etrafındaki karakterlere odaklandıkça insanı tanımaya başlıyoruz. Göz bebeği torununu sakınan dedeyi, aşk ve gurur ikileminde kendisini var etmeye çalışan erkeği, güneşin batarkenki huzuruna imrenerek göz yaşlarına boğulan incinmiş ve incitmiş babayı, her şartta kızına siper olan bir sokak lambasının titreyişiyle kızının üzerine titreyen anneyi, sahip olduklarından emin olamayan takıntılı adamı, kendini ve de kendindekini aramanın çilesine talip olmuş cesur bir kadının doğaya kapanarak ağlayışını…Hayat, büyük bir insan albümü.
Zeki Demirkubuz son filmi Hayat’la kendi sinemasına geri dündü. Bu, aynı zamanda kendine dönmesiyle de ilgili. Filmin anlatısındaki samimiyet ve inandırıcılık bununla izah edilebilir ancak. Ülke gerçekliğini, insan yapısını, yorumsuz bir şekilde sunarken kendi ülkesine olan samimi bağı da aşikâr ediyor. Ülke gerçekliklerini şerh etmek yerine o gerçekliğin içine ‘düşmüş’ insanın peşine düşüyor.